Kabullenmek
Kabullenmek, insanların sandığı kadar güçlü bir şey değil. Hatta çoğu zaman güçle ilgisi bile yok. Bir tür vazgeçiş değil, bir tür yorulma. Her yolu denemiş olmak değil de, hiçbir yolun seni bir yere götürmeyeceğini fark etmiş olmak.
En başta sessizlikle başlar bu hal. Bir cümlenin içinde duraklarsın, “artık” dersin ve ardından gelen kelime bir türlü çıkmaz. Boğazında kalır, dilinde dönmez. “Artık o yok” demek ne kadar doğru olurdu ki? Varlığı yok olmuş olabilir, ama yeri hala oradadır. “Artık ben böyleyim” demek ise, en ağır yüklerden biridir; çünkü insan kendini hiçbir zaman tam olarak olduğu gibi kabullenmez. O yüzden bir gün konuşmamaya karar verirsin. Ne o gitti diye, ne sen değiştin diye. Sadece söyleyecek bir şey kalmadığı için.
Kabullenmek, bir anda olan bir şey değildir. Büyük kavgalarla, dramatik ayrılıklarla gelen bir hal de değildir. Aksine, küçücük anların içinde filizlenir. Bir sabah bardağı tezgahta bırakırsın, kaldırmazsın. Bir akşam telefonunu ters çevirirsin, bakmazsın. Gelen mesaj oradadır ama açmazsın. Onu sildiğin için değil, artık hiçbir cevabın bir anlamı olmayacağını bildiğin için. Bir şeyi değiştiremeyeceğini kabul ettiğinde, dilin susar. İnsan susmaya başladığında kabullenmeye başlamıştır. İçten içe ağır bir kabul bu. Gözle görünmeyen, sesi olmayan ama her hareketine sinen bir hal.
En çok da karıştırıldığı şey geçmek olur. Oysa geçmek başka. Geçtiğinde iz bırakmaz. Ama kabullendiğinde hala oradadır. Sadece canını yakmaz artık. Aynı rüyayı tekrar tekrar görmek gibidir kabullenmek. Aynı sesi duymak, aynı şarkıya denk gelmek. Bir ismi işitmek ve içinin hala sızladığını fark etmek. Ama bu kez o sızıya direnmemek. Onunla kavga etmemek. O sızının yanına oturmak, susmak ve orada kalmak. Kovmadan, anlatmadan. Yalnızca beraber durmak.
Bazı sabahlar yemeğini yarım bırakırsın. Bazı akşamlar perdeyi kapatmazsın. Artık birinin sesini duyduğunda irkilmezsin. Dönüp bakmazsın da. Ne kaçarsın, ne de kucaklarsın. Orada olduğunu bilirsin. Sana bir şey borçlu olmadığını da. Çünkü zamanla anlar insan: bazen bir ihtimali değil, o ihtimale kendini bağlayan halini bırakır. İşte o anda bir hafiflik gelir. Biraz boşluk gibi, biraz ferahlık gibi. Ama tuhaf olan şudur ki: bu hafifliğin bir tadı yoktur. Ne sevinç verir, ne de acı. Sadece durur içinde.
Kabullenmenin gösterişli bir yanı yok. Kimse kabullendiği için kutlanmaz. “İyi ki kabullendim” diyen çok azdır. Çünkü kabullenmek bir zafer değil, bir vazgeçiş değildir. Daha çok bir şeyin artık taşınamayacak kadar ağırlaştığını fark etmektir. O şeyi ne saklar, ne de silersin. Olduğu gibi bırakırsın. Ama her gün de üstünden geçip ezmezsin. Bazen sadece o şeyin etrafından dolaşırsın. Hatırlarsın ama anlatmazsın. Hissedersin ama açıklamazsın. Sessizce taşımaya devam edersin.
Zamanla insan daha az konuşur. Çünkü anlatma ihtiyacı azalır. Bir şeyi savunmak istemez artık. Ne onu, ne kendini. Çünkü olan olmuştur. Neden olduğu sorusu da önemini kaybetmiştir. Zaten “neden” sorusu sadece umut kaldığında sorulur. Kabullenme geldiğinde, cevap aramazsın. Sorunun kendisi de dağılır gider.
Kabullenmek sakinlik değildir. Çoğu zaman bir tür yorgunluktur. Dalgaya karşı yüzmekten vazgeçmiş olmak. Hala suyun içindesindir. Hala nefes alıyorsundur. Ama nereye vardığını düşünmüyorsundur artık.